Cezmi Ersöz şizofren aşka mektup

Şiir Defteri

Gittin…

Dudağıma, çocuksu susuzluğumla asla doyamadığım öpücüklerinden birini kondurup gittin. “N’olur öyle bakma bana” dedin en son… Daha birkaç dakika önce, gözlerimde varlığınla alevlenen yasam sevincinin yerine, boyun eğmiş, donuk ve daha şimdiden hasretinle kavrulmus bir karanlığı bırakıp gittin…

Dolmustu zamanın…

Yüreğimdeki kum saatini, o göz açıp kapayıncaya kadar geçen “sen”den, sanki asırlarca tükenmek bilmeyen “sensizlige” tersyüz ederek gittin.

İçimde, günlerdir yoklugunla zayıflamış, kalbi kupkuru kalmış aşk çocugunu sevginle emzirme sarhosluguyla delirdigim su “üç saatin” içindeki yüzlerce “an”ı “anı”ya dönüştürerek…

Önce gözlerim öksüz kaldı yoklugunda. Sonra, nefesinin o bugulu sıcaklıgından mahrum kalan evimin rutubet kokulu duvarları…

Gittin…

İki aşkin arasında şaşkın, ürkek ve çaresiz bir çocuk gibi savrulan kalbini cebine koyup, baska bir eve gittin uyumaya. Artık senin degildi evin,. “sizin”di. Benim özlediğim o eski evin degildi gittiğin…

O eski ev… Oturup, zamanın o yağmursuz, o parça parça yüzüne bakarak, günesin bütün gün sadece yalayıp geçtiği los pencerelerinde dalgınlığımızı biriktirdiğimiz o ev…

Susardık bazen… Ansızın, hesapsızca, belki de yorgun düşerek… Akıldışı bir hızla devinen imgelerin ortasında, bir çığ gibi ömrümüze yığılan anılardan birini seçip, dondurarak… Hayat, çok eskilerden gelen sonsuz bir ritüel gibi, bir gelenek gibi tekrar ederdi etrafımızda, umurumuzda olmadan…

Elin çaya uzanırdı…

Tenim dudaklarını özlerdi…

Bir sözüm şiirin olurdu… Demlenirdik.

Gömüldükçe düşlerin o büyülü uykusuna, aşkımın kalbimdeki ilahi melodisi çalınırdı kulaklarına birden. Nasıl da ürkerdin. Karanlıktan korkan bir çocugun teselli ışlığı gibi bölerdi sesin suskunluğumuzu…

Ruhlarımızın biryerlerde buluştuğuna, düşlerimizin biryerde kesistiğine inanmak istediğim bu hayattan çalıntı anları, beni bunun aksine inandırmaya çalışan bir sesle ve ilk önce hep sen bölerdin.

İşte böyle anlarda yüzü daha da netleşirdi dünyaya gözlerinden bakan o yaralı çocukluğunun…

İste ben en çok seni içimden doğru sevdigim böyle anları severdim…

Hayatın içinde seni barındırdığı her karesinde uzun uzun soluklar alarak, o günlük, o sıradan ayrıntılarını alabildiğince büyütüp, içinde kaybolarak severdim seni… Odanın içinde, varlığına yıllardır aşına olduğun bir eşya gibi sessizce kaybolarak seni izlemek ve başının üzerinden sonsuzluğa akıp giden düı bulutlarında şekillenen her sözü, yüreğimde senin için büyüttüğüm şiire mısra yapıp eklemekti seni sevmek…

Sevmek hayatına tanıklık etmekti benim için…

Sabahları evden çıkmadan önce, uykundaki o en masum halini öpücüklere boğarken “gitme” diye sayiklayan sesine kıyamayıp, patrona binbir yalanlar uydurarak sık sık işe gitmemekti seni sevmek…

Sana kahvaltı hazırlamaktı. Özenle hazırladığım sofraya iştahla oturup, “Sen var ya, bir meleksin, neden seninle evlenmiyorum ki ben… Senden daha iyisini mi bulacağım” diyen muzip sözlerine sevinmek, belki de çocukça inanmaktı… İnce ince kıyılmış, tabağa motif gibi islenerek dizilmiş ve hep sevdiğin gibi üzerinde zeytinyagı ve limon gezdirilmiş domateslere, yaptığım mezelere duyduğun minnete saşırmaktı…

Hayatına eklemekten çılgınca zevk aldığım o sefkatli inceliklere duyduğun minnete…

Seni sevmek, bundan yıllar önce, seni bir idol gibi içimde büyütüp, hayranlığımın yavaş yavaş aşka dönüşünü ürkekçe gizleyerek kaleme aldığım mektuplarıma, aynı incelikle, aynı özlemle, aynı hayranlıkla verdiğin cevaplarına inanmamaktı… Tüm ısrarlarına rağmen, bu essiz büyüyü bozmaktan çekinip, aylarca seni bir kez bile aramamaktı. Sonra ansızın yollara düşüp, çocukluğumda kalbimde filizlenen sevdası senin aşkınla yeşeren bu kentin sokaklarında izini sürmek, kendi sözlerinle “bu inceliğin ve bu derin anlayışın yüzünü”, yani o merak ettiğin yüzümü, gözlerine taşımaktı… Buluştuğumuz cafede, ayların günlerin telaşı ve susuzluğuyla, anlattığın seylerin hiçbirini algılamadan, sadece hayranlıkla seni, o hepimiz gibiliğini seyrederken, masanın altından bir türlü çıkartamadığın o telaşlı, o çocuk ellerinde kendini eleveren heyecanına inanamamaktı…

Seni sevmek, o gece rakı içtiğimiz köhne meyhaneden çıkıp yürüdüğümüz sokaklarda, Nisan ayında bir mucize gibi gökyüzünde dans eden kar tanelerinin Tanrı’nın bu aşk için gönderdiği bir işaret olduğuna inanmaktı…

Seni sevmek kadınlığımı, bedenimi ve hazzı ilk defa seninle kesfetmekti. 17 yıldır sanki sadece senin için sakladığım bedenimi, en ufak bir tereddüt duymadan ve beklentisiz bir sarhoslukla sana sunmaktı… Her dokunusunda kutsal bir ayının o sıcak ve tatlı sarabını yudum yudum içer gibi…

Seni sevmek, aşkın uğruna, ama senden izinsiz, başka bir kentteki hayatımı sıfırlayıp, yaşadığın kente, yaşadığın gögün altına, ıslandığın yağmurların altına gelip yerleşmekti. Senden başka, bu koca kentte bir başınalık ve kimsesizlikti seni sevmek… Sokaklarda tek bir tanıdık simaya rastlamamaya alışmaktı güçlükle… Hücrelerimle beraber çoğalan aşkını özgürce ve sınırsızca yaşamak için ailemin sefkatli ve anlayışlı kollarından sıyrılıp kanatlanmak, yıllanmış can dostların sevgisini çok uzaklarda bırakmaktı…

Seni sevmek, yalnızlığın soğuk kollarından biraz olsun sıyrılıp, nefes alabilmek için geceleri saatlerce tek başıma Beyoğlu’nun karanlık sokaklarında kalabalığın soluğuyla ısınmaya çalışmaktı. Hiç tanımadığım insanların yüzünde senin yüzünü aramak, onların kaybetmiş, umutsuz hayatlarında yaralı geçmisinin ve çocuksu düşlerinin izlerini sürmekti…

Seni sevmek, bu kentin tozlu, soluk ışıkları ruhumu ısırırken, aynı gecenin yıldızları altinda seni deliler gibi özlemekti… O geceyi de kollarında geçirebilmeye seni ikna edebilmek için saatlerce sokaklarda dolasıp, barlarda, kahvelerde oturup eve dönüşünü beklemekti… Bazen bu bekleyişlerin sonu, yorgun düşmüş bedenimi sürüklediğim evimde, o gece bir baska kadının yanında uyumana ağlamak olurdu sabaha kadar… Ertesi gün bir sizofren gibi, hiçbir sey olmamış gibi tekrar seni sevmeye koyulurdum… Saşırırdın.

Çünkü, seni sevmek direnmekti sevgili… Güçsüz olanı acımasızca yokeden bu kentin hoyratlığına ve senin için artık inanmaktan çoktan vazgeçtiğin, yaşadığın hayalkırıklıklarıyla çok uzun zamandır kaybettiğin o aşk duygusunun gerçekliğinin canlı ispatı olmaya direnmekti… Kalbine inançla aşk tohumları ekmekti seni sevmek… Sevmek o yitirdiğin aşk şarkısı adına sana umut vermekti…

Seni sevmek, ait olduğun gökyüzünde seni özgür bırakmaktı… Koparmamaktı kanatlarını… Ruhunun ve kaleminin tek başın kaynağından, başka sevgilerin şiirine eklediği mısralardan kışkançlıkla seni mahrum etmeye yeltenmemekti…

Sevmek, ruhumun tek sahibi olan seni sahiplenmemeye kanaya kanaya razı olmaktı… Çocuksu bir saflıkla tek vazgeçemeyeceğinin ben olduğuma kendimi inandırarak, hayatına boyun eğmekti…

Seni sevmek, bir babayı, bir canyoldaşını hayatının sonuna kadar yanında olduğunu bildiğin güvenilir bir dostu, ilgiye ve şefkate doymayan çaresiz bir küçük çocuğu, ama en çok da tutkulu, kışkanç ve yüreği sonsuz maviliklere akan bir deli aşığı sevmek gibiydi… Birgün ansızın, telefonda duyduğun bir sese, ya da yeni tanıştığın bir kadına aşık olduğunu, sanki tepkimi ölçmek ya da seni nasil kışkandığımı görmek isteyen abartılı bir heyecanla söylediğinde, telaşa kapılmamak, bunun gelip geçici bir duygu olduguna ve asla benden vazgeçemeyecegine inanmaktı… Yine de içimdeki o kaçınılmaz endişe ister istemez sarardı yüzümü… Sesim soluğum kesilirdi birden… İşte, öyle anlarda beni sımsıkı sarıp, tutkulu bir sevişmenin ilk öpücüklerini dudağıma kondururken, “Sen küçücük bir kızsın, biliyor musun” diyen şefkatli sesini severdim en çok… Ve aslında ben dahil, hiç kimseye aşık olamayacağını düşünür, hüzünlenirdim…

Rüyalarımın gül kokusu…

Sonra birgün aşka açıldı yüreğinin sürgüleri…

Sonra birgün şiirlerin başka bir aşkın kokusuna büründü…

Yıkıldı tabuların… Kırıldı zincirlerin… Uzağıma düştün..

Bu defa farklıydı, hissetmiştim. Yalnız bedenini değil, ruhunu da paylaşmaya başlamıştın bir baska kadınla…

Sonra sevmek yavaş yavaş kayışını izlemek oldu avuçlarımdan… Seni sevmek, sen sabaha karşı uyuduğumu sanarak yanımdan kalkıp bir başka yürekle telefonda özlem giderirken, içimde kopan fırtınaları susturmaya çalışmak oldu sessizce…

Habersizce kapını çaldığım o gün, kapında kalıp, içeri girememek oldu…

O güne kadar hiç olmazsa bana karşı dürüst olmanla, yaşadıklarını benden gizlememenle, yalan söylememenle avunuyordum… Ama bir başkasını incitmemek, üzmemek için ondan gerçekleri gizlediğini, yalanlarla da olsa onu koruduğunu farkedince bu avuntu da terketti beni… Yalanlarını bile kıskanır oldum.

Neden dürüst olmak için beni seçmistin sanki… Gerçeğin acımasız zindanlarında neden beni kilitli bırakmıştın…

Ne çok düşündüm bu soruların cevaplarını… Ne çok sorğuladım kendimi, nerde hata yaptığımı, neyi eksik bıraktığımı…

Kadınca oyunlardan haberim olmadı hiçbir zaman. Seçtiğin yaşam biçiminden koparmak, seni soluksuz bırakmak demekti benim için. Hatam seni bir mülk gibi sahiplenmemek miydi? Acaba istediğin bu muydu? Seni yanlış mı tanımıştım?.. Bana hep, ne kadar asil bir yüreğim olduğunu söyler dururdun… İsyanım, kalbimin ezilmiş parçalarının üstünü örtüp, sessizce çekip kapını çıkmak olurdu en fazla…

Yalnız kalmak istediğini daha sen söylemeden yüzündeki bulutlardan hisseder, çikip giderdim… Özür diler gibi bir sesle, onun geleceğini söylediğinde, sessizce çıkıp giderdim… Karşında ben otururken, onunla saatlerce telefonda konuştuğunda çıkıp giderdim… Hep giderdim…

Bu onurlu tavrımdı belki de ezen yüreğini… Vazgeçemediğin tek yanım buydu belki…

Sonra, sevmek yaralı kadınlığımı başka yüreklerle avutma yanılgısına kapılmak oldu… Buna hakkım olduğunu söyleyip dursan da, biliyorum, aslında içten içe hiç affetmedin beni… Sen çoktan parçalanmıştın zaten… Benim de yüreğimi böldüğümü düşünmek sana bile ağır geldi… Oysa ben, seni degil, kendimi cezalandırıyordum başka bedenlerde… Ruhumu kemiren bu deli aşkı cezalandırıyordum… Bunu anlamadın mı sevgili?

Sevmek seni değil çocukluğumu, düşlerimi, kendimi aldatmak olmuştu artık… Bana bağlanan masum aşkları seninle aldatmak olmuştu… Kimseye veremedim yüreğimi. Ne zaman baksalar içime, yüreğimin kırık aynasında kendilerinin değil, senin yüzünün aksini gördüler hep. Sessizce çekip gittiler. Farketmedim bile gittiklerini…

Gittin…

Seni sevmek, bensiz akıp giden hayatına bir yabancı gibi uzaktan bakmak oldu çoktandır… O çocuk ellerinin, bir başkasının saçlarında gezindiğini, aniden özlemle sarılıp bir başka yüzü öpücüklere bogduğunu, sabahları uykunda bir başka kadına sarılıp bir başka yüzü öpücüklere bogduğunu, sabahları uykunda bir başka kadına “gitme” diye sayıkladığını düşünmek oldu, seni sevmek… Geceleri, kokuna hasret yatagımda ter içinde uyanmak, kendimin bile affedemediği bir bencillikle, kalbindeki tek aşkın benimki olması için gözyaşları içinde Tanrı’ya yalvarmak oldu..

Seni yaşak bir aşk gibi gözlerden uzakta, rutubetli duvarlar arasında yaşamak oldu, sevmek… Beni hayatından dışladığın için öfke nöbetlerine kapılıp, bana bile yabancı gelen, hiç tanımadığım bir sesle sana bağırmak, haykırmak, ağlamak, sonra pişmanlıkla affedip tutkuyla sana tekrar sarılmak oldu…

Yabanı bir ot gibi ruhumu sarıp sarmalayan öfke ve kışkançlık duygularıyla benliğimden uzaklaşmayı kendime yakıştırmamak, sıkışıp kaldığım bu karanlık dehlizde, kendi kalbimde, yalnızlığımda, sensizliğimde, kendi aşkımla delirmek oldu artık seni sevmek…

Şimdi, bu acıya bir son vermesi, kendisini terketmesi, sonsuzluğa bırakıp gitmesi için birbirine yalvaran iki yüreğiz artık… “Ayazda İki Yürek” gibiyiz…

Sen benim sizofren aşkımsın… Bense senin kanayan vicdanınım…

Affet beni sevgilim… Verdiğim sözleri tutamadım…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İşlem Sonucunu Girin * Zaman sınırı tükendi. Lütfen CAPTCHA'yı yeniden yükleyin.